Darkest Hour..

Hemen söylemem gerekir ki, eğer siz de benim gibi Oscar maratonu yapangillerdenseniz, öncelikle bu filmi, Dunkirk’ü sonra izleyin. Ben bu uyarıyı gördüğümde ne yazık ki geç kalmış, Dunkirk’ü izlemiştim. ‘Yok canım fark etmez, sorun olmaz’ dediydim ama şimdi Darkest Hour’u bitirdikten sonra, ‘evet o sırayı takip etseymişim daha şık olurmuş’ diye düşünüyorum. Ama atla deve de değil :) sonuçta birleştirebiliyoruz, boru değil :)
Öncelikle, bir The Crown hayranı (tabii ki hâlihazırda Kraliçe sevdalısı :) ) olarak, dizide Churchill’i oynayan John Lithgow’u inanılmaz iyi yakıştırmıştım. Çok ama çok iyi. Cuk ötesi uymuş ve muhteşem oynamış olarak hayranım. O yüzden bana artık başka Churchill çok yapmacık geliyor. Dolayısıyla da Darkest Hour’da da öyle oldu. Gözlerim sürekli öbür Churchill’i aradı ve istedi. Evet belki bu adam, gerçeğine daha benzer ancak John Lithgow o kadar iyi oynamış ki bu adam benim için çok zayıf kaldı. Dolayısıyla sevmedim. Üzgünüm Oscar’ı da ona veremem!
Filme geri dönecek olursam, tam adına yaraşır şekilde inanılmaz karanlıktı. Ancak çekim ve ışık anlamında. Evet İngiltere paso kasvetli, durum zaten çok karanlık ama bu kadarı da fazla geldi. En azından bana! İçim daraldı resmen. Bir de izlerken milliyetçilik damarlarım feci kabardı. Çünkü sürekli, bizdeki Kurtuluş Savaşı ve daha nice zaferlerimizin, mücadelelerimizin anlatılana, tabiri caizse yüz bastığını ancak bu başarılar kadar konuşulup bilinemediğini düşünüp düşünüp deli oldum. Öyle ki artık paramız yok, endüstri yok, teknoloji onlarda vd. bahanelerin hiçbiri geçerli değil. Mesela bu filmde hiç savaş sahnesi yok. Hatta gösterilen 1-2 kare o kadar basit ve sıradandı ki, bilgisayarda olduğu her halinden belli idi. Zaten gerek de yoktu. Sonuçta anlatılmak istenen olay, ne büyük! kararların alındığı, nasıl alındığını anlatabilmek; halkın gücünü, cesaretini gösterebilmek; kısacası Atatürk’ümüzün ‘ya istiklal ya ölüm’ sözünün İngiliz versiyonu idi! Tüm bunlar da doğru senaryo, doğru sözler, doğru kurgu, doğru karakterler, doğru oyuncular ve orta-mekân ile kameradan ibaret bir yapımla ortaya konması gereken, tüm ihtiyaç duyulanın bunlar olduğu, bu filmde de yapılanın sadece bu olduğu.
Dolayısıyla bizim de yapamayacağımız bir şey olmadığını düşünüyorum. O kadar sinema-tv bölümü varken, mekânlar hazırken, o kadar kaliteli, deneyim sahibi tiyatro-sinema oyuncularımız varken yapılmaması inanılır gibi değil. Çok ama çok büyük üzüntü duydum.
Bunları düşününce de (bizim zaferlerimizin ve Atatürk ile silah arkadaşlarının aldığı kararlar yanında) filmdeki durum beni hiç kesmedi. Bir de diğer yandan, mesela The Crown’u izlerken de benzer düşünce ve hayıflanmalara sahip olsam da orada (belki tek sevdiğim İngiliz olarak Kraliçe’nin varlığı kontenjanından) o kadar ‘aman bu İngilizler de kendilerini mücadele vermiş sanıyor’ gibi bir hisse kapılmıyorum. Hatta bu dizi ve başka İngiliz tarihini anlatan dizi-filmlerde de ‘evet vay be onlar da güçlü, mücadeleci millet’ demişliğim vardır. (Outlander’daki kızmalarım hariç ;) ). Hatta The Crown’da Churchill’in anlatılan birçok olayında kendisini çok beğenmişliğim, takdir ettiğim bir tarihi şahsiyet olarak değerlendirdiğim oldu. Bu noktada da eğer Darkest Hour bana bunu dedirtmediyse demek ki o hissi hiçbir yönüyle vermeyi başaramamış sonucuna varıyorum, en azından yine benim için. Dolayısıyla da filmi beğenmediğim bir aday olarak işaretleme gereği duyuyorum.
Sonuç bana kimse bundan sonra John Lithgow’dan başka Churchill beğendiremez; Dunkirk muhabbeti yetti artık, bizim ne askerlerimiz heba oldu, neler yaşadık be, artık başka konuya geçilsin diyor diğer aday filmlere geçiyorum ben ;)
Meraklısına: Bu arada Outlander lafı geçmişken, Dunkirk’le başlayan mücadele günlerinin hemen bitiminde Outlander maceramızın başladığını hatırlayanlara selam olsun Jamie’ciler ;)

Comments